Rönesans ve Reform hareketlerinin sonucunda ortaya çıkan Aydınlanma Çağı ile birlikte Avrupa’da yeni bir dönem başladı. Bu yeni dönemde aydınlar din adamlarının devlet ve toplum üzerindeki egemenliğine son vererek laikliğe geçişi sağlamaya çalıştılar. Ayrıca dinin bilim, sanat ve felsefe üzerindeki baskısını ortadan kaldırmak için çaba harcadılar.
Din ve devlet işlerinin ayrılması gerektiğini düşünenler bu yöndeki gayretlerini Fransız ihtilal’ ile daha da artırarak laikliğe geçiş sürecini hızlandırdılar. Avrupa’da yaşanan bu gelişmeler Osmanlı Devleti’ni de etkiledi. Ancak teokratik devlet yapısı nedeniyle laikliğin o dönem için ülkemizde yerleşmesi mümkün olamadı. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı yürütülmesi anlamına gelen laiklik ilkesi devlet yönetiminde aklı, bilimi ve milli egemenliği esas alır. Bu ilkeye göre devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzeni kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamaz.
Ülkemizde laik devlet düzenine geçiş yolunda ilk adım 23 Nisan 1920’de BMM`nin açılışıyla atılmıştır. Bunu saltanatın ve hilafetin kaldırılması izlemiş ve böylece devlet yönetiminde egemenliğin kaynağının millet olduğu gerçeği kabul edilmiştir. Ayrıca Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Şeriye Mahkemeleri gibi kurumlar kaldınlarak laik devlet yapısı güçlendirilmiştir. Bu sayede Türk milleti herhangi bir sınırlamaya bağlı olmadan aklın, bilimin ve çağın gerekleri doğrultusunda kendi geleceğini özgürce belirleme imkanına kavuşmuştur.
Laiklik ilkesi gereği hangi cinsten veya dinden olursa olsun bütün vatandaşlara aynı hukuk kuralları uygulanarak eşitlik sağlanmıştır. Ülkemizde laik hukuku gerçekleştirmeye yönelik en önemli inkılap hareketi, aile ve toplum hayatında kadın ile erkeği eşit hâle getiren Türk Medeni Kanunu’nun kabulüdür.
Laiklik ilkesi devlet yönetimi ve hukuk alanında olduğu gibi eğitimde de köklü değişiklikler meydana getirdi. Bu ilke gereği çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla tüm eğitim kurumları tek çatı altında toplandı. Öğretim programları akla, bilime, toplumun ihtiyaçlarına uygun şekilde yeniden düzenlenerek çağdaş hale getirildi. Ayrıca okullarda karma eğitime geçilerek kız ve erkek öğrencilerin bir arada okuması sağlandı.
Cumhuriyet Dönemi’nde medreselerin kaldırılmasından yeni Türk harflerinin kabulüne, tekkelerin kapatılmasından kadın haklarına ve kıyafette değişikliğe kadar sosyal hayatı ilgilendiren bütün köklü yenilikler laiklik ilkesinin benimsenmesiyle mümkün olabilmiştir. Laiklik ilkesiyle vatandaşların din, vicdan ve ibadet hürriyetleri de güvence altına alınmıştır.
Laiklik ilkesine göre devlet dini inanç ve duyguların istismar edilmesine izin vermez. Bu nedenle Atatürk dinin ekonomik ve politik çıkarlar elde etmek için kullanılmasına karşı çıkarak “Dinden maddi menfaat temin edenler, iğrenç kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” demiştir.
Anayasa’mızın 24. maddesinde ise aynı konu “Kimse, siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” şeklinde ifade edilmiştir.
Laiklik her türlü inanca saygıyı gerektirir. Atatürk bu ilkenin gereği olarak farklı inançlara karşı hoşgörülü olunması gerektiğine inanmıştır. O, hoşgörü anlayışın’ “Şüphesiz, fikirlerin, inanışların başka başka olmasından şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve inanışlar, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir, ölüm işaretidir. Böyle bir hal, elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki gerçek hürriyetçiler, taassupsuzluğun genel bir nitelik olmasını arzu ederler.” sözüyle dile getirmiştir.
Atatürk hoşgörüsüzlük şeklinde tanımlayabileceğimiz taassubu, insanları ve toplumları birbirine düşman eden zararlı bir tutum olarak görmüştür. Ona göre taassup sahibi kişiler kendileriyle aynı inancı ve düşünceyi paylaşmayan diğer insanları suçlayıp hor görür, hatta onlara düşmanlık besleyebilirler. Atatürk bu tür kişilerle ilgili düşüncesini “Çeşitli inanışlı kimseler birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur.” sözüyle dile getirmiştir. O, gerçek hürriyetçiler olarak nitelendirdiği taassupsuz kişileri ise “Taassupsuzluk, o kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiçbir kin duymaz, aksine saygı gösterir. Hiç olmazsa başkalarının kendininkine uymayan inanışların! bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir.” sözleriyle tanımlamıştır.
Taassup sahibi kişiler, geçerliliğini kaybetmiş ve topluma faydalı olmadığı için terk edilmiş eski uygulamalara taassupla bağlanırlar. Ayrıca bu konuda kendileri gibi düşünmeyenlere söz hakkı tanımazlar. Atatürkçülük ise toplumun önünde engel olarak gördüğü bu tutuma karşı çıkarak taassupsuzluğun hakim olduğu bir özgürlük ortamı kurmayı hedefler.
Atatürkçü düşüncenin hedefi olan özgürlük ortamı ancak laik bir devlet ve toplum düzeni ile sağlanabilir. Bu nedenle ülkemizde cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren laiklik ilkesi gereği din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Laik devlet düzeninde herkesin din ve vicdan hürriyeti vardır. “Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi ne bir din ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.” diyen Atatürk de dinin vicdani bir konu olduğunu düşünerek herkesin vicdanının emirlerine uymakta serbest olduğunu vurgulamıştır.
Laiklik ilkesinin gereği olan din ve vicdan hürriyeti Anayasa’mız ile de güvence altına alınmıştır. Bu konu Anayasa’mızin 24 maddesinde “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” cümlesiyle ifade edilmiştir.
Din ve vicdan hürriyetinin gereği, devlet veya kişiler başkalarının dini inançlarına müdahale edemez, onları herhangi bir dini kabul etmeye ya da etmemeye zorlayamaz. Hangi inançtan olursa olsun, herkes yasalar önünde eşittir ve aynı haklardan yararlanma hakkına sahiptir. Böyle olduğu için de din ve vicdan hürriyeti toplumsal barışın ve huzurun sağlanmasında önemli bir rol oynar.
…
Laiklik dine karşı olmadığı gibi tam aksine gerçek din hürriyeti ancak laik bir devlette gerçekleşebilir. Çünkü böyle bir devlet düzeninde kişiler hiçbir zorlamayla karşılaşmadan dinlerini özgür iradeleriyle seçebilirler. Aynı şekilde, seçtikleri dinin gereklerini yerine getirme veya getirmeme konusunda da tam bir serbestlik içinde bulunurlar.
Atatürk, laiklik ile din arasındaki bu ilişkiyi “Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.” sözüyle açıklamıştır. Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur:” sözüyle de dinin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Atatürk İslam dini hakkındaki görüşlerini ise “Bizim dinimiz, en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması lazımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur” sözleriyle ifade etmiştir.
İslamiyete bağlı bir insan olan Atatürk bu konudaki duygu ve düşüncelerini “Ey millet, Allah birdir. Şan’ büyüktür. Allah’ın selameti, sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabıhak tarafından insanlara dini gerçekleri bildirmeye memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı hepimizin bildiği gibi Kur’an-ı Azimüşşan’daki açık ve kesin hükümlerdir insanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa ve gerçeklere tamamen uygun gelmektedir. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uymamış olsa idi bununla diğer ilahi tabiat kanunlara arasında birbirine zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün tabiat kanunların! yapan Cenabıhak’tır.” sözleriyle dile getirmiştir.