Vücutta bir işlevi uyandırmak ya da kendisini salgılayandan başka bir bezi çalıştırmak anlamında “hormon” terimi ilk kez 1905 yılında İngiliz bilim adamı Ernest Henry Starling (1866-1927) tarafından kullanıldı. Böylece uzun süreden beri bazı çeşitleri bilinmekte olan bir madde grubu tanımlanmış oluyordu. Bundan sonra araştırmaların da yoğunlaşmasıyla birlikte insan ve hayvan vücuduna özgü birçok hormonun varlığı, yapısı ve işlevleri peş peşe çözülecekti. Hormonların bulunması, daha önce nedeni bilinmeyen birtakım hastalıkların açıklanmasına ve aralarındaki ilişkilerin anlaşılmasına yol açtı. Yüzyıl ilerledikçe gelişen teknoloji, insan kanındaki hormon miktarlarının ölçülmesini de mümkün kıldı. Böylece hormon eksiklik ya da fazlalıklarından kaynaklanan hastalıklarda, eksik olan hormon verilerek ya da fazla olanın . salınım ve sentezini önleyici ilaçlar kullanılarak hasta sağlığına kavuşturulabilecekti. Bu bakımdan en çarpıcı ilerleme hormon yetmezliği nedeniyle oluşan kısırlıkların tedavisi olmuştur. Aslında hormonlarla ilgili çalışmalar oldukça gerilere gider. Daha eski çağlarda vücutta üretilen bazı etkili maddelerin idrarda bulunduğu sezilmiş ve bunlardan yararlanma yolları aranmıştı.
Hasta ve zayıf kimselerin güçlü erkeklerin idrarını içmek yoluyla iyileştirilmesi Meksika ve Tibet gibi bazı ülkelerde yakın zamana kadar rastlanan uygulamalardır. Eski Mısır’da gebe kadın idrarıyla sulanan buğday ve arpadan hangisi daha çabuk gelişiyorsa ona göre doğacak çocuğun. kız ya da erkek olacağını saptamaya çalışıyorlardı. İ.S. 360 yıllarında Oreibasios bel gevşekliğine tilki erbezi ezmesinin iyi geldiğini, XI. yüzyılda İbni Sina “Tıp Yasası” adlı kitabında erbezi özünün felç, mide ülseri ve iktidarsızlıkta etkili olduğunu belirtmişlerdi. XX. yüzyıla yaklaştıkça hormonlara ilişkin bilgiler hem çoğalmış hem de bilimsel deneylerle desteklenmiştir. Bunların başlangıcı olarak genellikle Alman hekim Arnold Adolph Berthold’un iğdiş horozlar üzerinde yaptığı deneyler alınır. Berthold, iğdiş horozlara erbezi nakliyle yeniden horoz özelliklerini (tüy ve ibik büyümesi, ötme, kavgacılık, vb.) kazandırmanın mümkün olduğunu gösterdi. Deneysel tıbbın babası olarak kabul edilen Fransız hekim Claude Bernard’ın karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen bazı maddelerin kanda bulunduğunu bildirmesi 1885 yılını buldu. Bundan emen altı yıl sonra da Oswalt ve arkadaşları “tiroglobulin” hormonunu bulacaklardı. İnsan. vücudunda hormon salan bezler (bunlara endokrin organlar denir) olarak tanınan organlar tiroit, paratiroit, hipofiz, epifiz, böbrek üstü bezleri, pankreas, timus ve eşem bezleridir.
Hormonlar vücut sıvılarında taşınan, hücreler arasında belirli türden bilgi alışverişini sağlayan kimyasal mesajcılardır. Belirli mesajlar, ya hormonun kendisi, ya da aracı kimyasal bileşikler yardımıyla, hücre içinde gerekli yerlere iletilir. Hormonların etkileşim biçimleri bir anlamda sinir sistemi iletisine benzetilebilir. Her ikisinde de hücreler arası mesaj iletimi söz konusudur. Hormonlar etki yaratacakları hedef hücrelerde özel bölgeler oluşturan alıcılarıyla (reseptörler) ilişkiye girerler. Bu ilişki, anahtar-kilit ilişkisine benzetilebilir. Anahtar rolü oynayan hormonlar ancak kendilerine özgü kilitler (alıcılar) ile etkileşime girer ve mesajlarını iletebilirler. Hormonların etkilerini yaratabilmeleri, o ortamda kendilerinin bulunması kadar alıcılarının varlığıyla da doğrudan bağlantılıdır. Hormonlar’ normal düzeyde ya da normalin üzerinde olan bir kişide, alıcı görevini yeterince yapamıyorsa, vücutta hormon eksikliğine benzer yansımalar ortaya çıkar. Hormonların etki mekanizmasında ilginç bir olgu da “feed-back” (geriye bildirim) işlemidir. Hormon, hedef hücrede etkisini yarattıktan sonra hücre gereksinimlerine göre ya hormon üretiminin sürdürülmesi yönünde tepkisiz kalır ya da gereksinimler tümüyle karşılanmış durumdaysa hormon üretiminin durdurulması yönünde bilgiler gönderir. Hormonların üretildikleri organlarla etki gösterdikleri hedef organlar arasında dinamik bir denge vardır.
Bu dengenin bozuk olması, yani vücutta hormon eksikliği ya da fazlalığı sonradan gelişen bir hastalık sonucu olabileceği gibi kalıtımsal kökenlere de dayanabilir. Hormonların tümünün kimyasal yapıları XX. yüzyılda açıklanmıştır. Bugün amip, steroid ve peptid hormonlar olarak üç grupta toplandıkları bilinmektedir. Laboratuvarda yapılmış olan ilk hormon epiferin ya da adrenalin, birinci gruptandır ve böbrek üstü bezi tarafından salgılandığı gibi kimyasal ileticiler olarak sinir uçlarından da salınırlar. Vücuttaki korku ve coşku gibi bazı ruhsal nedenlerle salgılanan bu hormon, damarların kasılıp gevşemesini ve kalbin çalışmasını da etkilediği için yapay olarak elde edilir olması özel bir önem taşır. Yine damarlar üzerinde etkin olan norepinerfin ya da noradrenalin Haltz ve Credner tarafından ancak 1944 yılında bulunmuştur. Amin grubundan olan tiroit bezi hormonlar’, etkileri açısından en yaygın bilinenlerdir. Bunların yapılabilmesi salınabilmesi için vücuda yeterli iyot alınması gereklidir. Hücrelerde enerji elde etme mekanizmaların’ denetleyen bu hormonlar, aşırı salındıklarında vücut sıcaklığında artış, sinirlilik, kilo kaybı ve çarpıntı gibi, az salındaklarında ise tembellik, miskinlik gibi kolay algılanır belirtilere yol açtıkları için halk arasında en kolay nitelenen hormonlardır.
Tiroit bezinin asil etkili hormonu olan tiroksini 1919 yılında Edward Calvin Kendall (1886-1972) yalıtmıştır. Daha sonra Harington bu hormonu yapay olarak hazırlamayı başarmıştır. Steroit hormonların bazılar) doğrudan cinsellik ve üremeyle ilgili oldukları için günlük yaşam içinde önemli bir yer tutarlar. Bunlardan östrojen 1930’da daha sonra bu çalışmalarından dolayı Nobel ödülünü alacak olan A.F.J.Butenandt ve arkadaşlarının bir östrojen türevi olan estronun molekül yapısını açıklamalarıyla birlikte tanımlanmıştır. Dişinin yapısal karakterinin gelişimi östrojen hormonuna bağlıdır. Adet döneminin yumurtlamaya hazırlanma evresinde, dölyatağının yumurta hücresini koruyacak ve besleyecek biçime gelmesini sağlayan hormon budur. Projesteron hormonu, yumurtlamadan sonra yumurtalıkta oluşan sarı cisim (corpus luteum) tarafından üretilir ve östrojeninkine benzer etkileri vardır. Gebelikte memelerin büyümesine yol açan projesteron yeterli salınmazsa düşüklere neden olur. 1940 yılında H.H. Inhoffen kolesterolden saf projesteron üretmeyi başarmıştır. Yine bu gruptan testosteron ilk kez 1935 yılında Laquer tarafından erbezi dokusundan yalıtılarak bulunmuştur.
Erkeklerde ses kalınlığı, sakal ve bıyık çıkması gibi cinsel karakterlerin gelişimini sağlayan hormon, erkeklik organlarının gelişmesinden de sorumludur. Peptid hormonlar grubuna insülin, glukagon ve parathormon gibi çok önemli hormonların yani sıra hipofiz ön lop hormonlar’ da girmektedir. Bunlar arasından 1944 yılında Evans tarafından yalıtılan nyüme hormonu (GH) etkisini özellikle kıkırdakların yapımını hızlandırarak boy uzatmasıyla gösterir. Yetersiz salınımında cücelik, aşırı salınımında ise devlik oluşur. Hipotalamik salgılatıcı hormonlar, da peptid grubuna girerler. Bunlar vücudun diğer endokrin bezlerinin salgı çalışmalarını yönetmektedirler. Bu hormonlar dışında sürrenal androjenler, prostaglandinler, eritropoetin ve motilin gibi daha nice hormonlar bulunmaktadır. Biyolojik inceleme teknikleri ilerledikçe bilinen hormonlar listesine yenileri eklenmekte ve insan vücudunda gelişen birçok fizyolojik olayın açıklaması sağlanmaktadır.