Paris, 20 Temmuz 1906 günü önemli bir törene sahne oluyordu: Alfred Dreyfus adında bir subaya Fransızların en büyük nişanı olan “Legion d’honneur” nişanı veriliyordu. Aslında olayın kendi başına büyük bir önemi yoktu. Bütün Fransız toplumunun, hatta yabancı kamuoyunun dikkatini ve ilgisini çekmesi, onurlandırılan kişinin daha birkaç yıl öncesine dek .”casusluk”la, “vatan hainliği”yle ağır bir biçimde suçlanmış ve müebbet hapse mahküm edilmiş olmasından ileri geliyordu. Her şey 1894 Eylülünde Alman Elçiliğinde hizmetçi olarak çalışan Madan Bastian’in kâğıt sepetinde buruşturulup atılmış bir mektup bulması ve bunu Fransız Güvenlik Örgütüne iletmesiyle başlamıştı. Yarı yırtılmış mektup Alman albayı Von Schwarzkoppen’e yazılmıştı. Mektupta bir bordro ve yazanın Alman ataşesine ilettiği Fransız askeri sırlarına ilişkin bilgiler vardı. Derhal başlatılan soruşturma genelkurmaya bağlı. subaylar arasında yürütüldü. El yazısı karşılaştırmalarında mektuptaki yazının yüzbaşı Alfred Dreyfus’inkine benzediği ileri sürüldü. Dreyfus’ün bir Yahudi, soruşturmayı yürüten kişinin ise koyu bir Yahudi düşmanı oluşunun da etkisiyle derin bir araştırma yapılmadan Dreyfus’ün suçluluğuna daha o sırada karar verildi. Kuşkusuz ne Dreyfus ne de ailesi bu suçlamaya ve cezaya sessizce boyun eğmemişlerdi.
Başta cumhurbaşkanı ve başbakan olmak üzere devletin ileri gelen çeşitli kişilerine mektuplar yazarak yeniden ve tarafsız bir yargılama yapılmasını, daha ciddi bir soruşturma yürütülmesini istemişlerdi ama her hangi bir olumlu yana alamamışlardı. 1895 Temmuzunda Binbaşı Picquart’ın Fransız güvenlik hizmetlerinin başına geçmesi ve üst kademelerden gelen yönerge üzerine “Dreyfus dosyasını yeniden ele almasıyla kapanmış bir dava gözüyle bakılan sorun kamuya açık bir biçimde olmasa da yeniden gündeme girmiş oldu. Buna karar verilmesinde Dreyfus aleyhinde bulunmuş kanıtların son derece az ve zayıf olmasının ordunun üst kademelerinde tedirginlik yaratması rol oynamıştı. Bu konu, olur da ilerde yeniden araştırılırsa kendilerini haklı çıkartabilecek daha ciddi ve tutarlı birtakım kanıtlar bulunsun istiyordu Genelkurmay. Picquart’ın ilk fark ettiği şey Dreyfus ile onun suçlanmasına temel oluşturan “bordro” arasında herhangi bir bağ olmadığıydı. Buna karşılık, Picquart ilk soruşturmada göz ardı edilen bir başka mektup taslağı üzerinde durdu. Bu da Madame Bastian tarafından büyük elçilikte bulunup Fransız Güvenlik Servisine iletilmiş ama Dreyfus’ü en çok suçlayanların başında bulunan Binbaşı Henry tarafından dikkate alınmamıştı. Oysa çok önemli bir belgeydi bu.
Mektup imza yerine “C” harfi kullanan biri tarafından Binbaşı Esterhazy’ye yazılmıştı. bir iş konusunda birtakım bilgiler istiyor ona göre R. firması ile ilişkiyi sürdürüp sürdürmeyeceğine karar vereceğini bekliyordu. Picquart, Binbaşı Esterhazy’nin elyazısını bordrodaki elyazısıyla karşılaştırdığında çok daha önemli bir noktayı açığa çıkardı: iki elyazısı birbirinin aynıydı. Bir başka deyişle gerçek suçlu Binbaşı Esterhazy’di. Binbaşı Picquart’ın bundan kuşkusu kalmamıştı. Derhal üstlerini haberdar etti. Ne var ki bu beklenmedik gelişmeden Genelkurmay hiç hoşlanmadı. Çünkü Dreyfus’ün suçsuzluğunun kanıtlanması demek Genelkurmayın bu davada taraflı ve hukuka aykırı davranmış olduğunun ortaya çıkması demekti. Bundan ötürü Picquart’dan bulduklarını unutması ve bu dosyayı da kapaması istendi. Ama Binbaşı Picquart suçsuz biri hapiste çürürken bir vatan haininin elini kolunu sallaya sallaya dolaşmasını içine sindiremiyordu. Dolayısıyla gerçeğin açığa çıkartılması için direndi, Bunun üzerine ağır baskılar altında tutuldu. 0 kadar ki 1896 Kasımında görevli olarak Tunus’a atandı. 13 Ocak 1898’de yepyeni bir gelişme oldu. Devrin etkili gazetelerinden “Laurore”da ünlü yazar Emile Zola “Suçluyorum” başlığıyla Dreyfus davası konusunda yetkili çevreleri çok ağır bir dille eleştiren bir yazı yazdı.
Radikalliği ile tanınan George ClemenceaLı’nun da yardımıyla bu yazı kamuoyunda geniş yankılar yarattı, Konunun Mecliste de tartışılmaya başlaması ve gittikçe artan kamuoyu baskısı karşısında Savunma Bakanı dosyayı bir kez daha incelenmek üzere Yüzbaşı Cuignet’ye vermek gereğini duydu. Bu yeni incelemeyle kesin kanıt gibi gösterilmiş birçok belgenin aslında düzmece olduğu yadsınamaz bir biçimde ortaya çıktı. Sonunda Binbaşı Henry tutuklandı ama hapishanede yanındaki usturayla boğazını keserek canına kıydı. Genelkurmay Başkanı istifa etti. 1899 yılında Dreyfus’ün mahkumiyet kararı bozuldu; Picquart hakkında takipsizlik kararı verildi. Dreyfus’ün rütbesi iade edildi daha sonra da “Legion d’honneur” nişanın aldı. Böylece bireysel bir dava olmaktan çıkıp bütün toplumu ilgilendiren siyasal bir dava özelliği almış olan sorun da hakça bir sona ulaşmış oldu. Dreyfus davasında sorun, ordu içindeki basit bir haksızlık olmaktan çok daha kapsamlıydı. Kökleri 1789 Devrimine kadar inen bir toplumsal çatışma söz konusuydu: Cumhuriyetçilerle dinci Fransız sağının çatışması. Dreyfus olayında da, kralcı ve teokratik eğilimler uğruna her türlü düzmeceye göz yuman ordu üst yönetimiyle, laik Cumhuriyetçiler karşı karşıya gelmişlerdi. Dava, siyasal duyguların boşalmasına fırsat veren bir platform oluşturdu.
Fransa’da ilk Yahudi kurmay subay olan Dreyfus’ün haklılığı ya da haksızlığı, iki taraftan birinin Cumhuriyetçilerin ya da Kralcıların galibiyeti anlamına gel ekti. Dreyfus’le ilgili haksızlıklar ve düzenler ortaya çıktıkça Cumhuriyetçiler önemli bir avantaj sağlamışlardı. 0 sırada’ Papalığa seçilen bağnazlığıyla ünlü X.Pius’un Fransız Hükümeti ile arasının açılması da bu durumu güçlendirdi. Napolyon’un Papalık ile varmış olduğu 1801 tarihli antlaşma reddedilerek 1905 yılında çıkarılan bir yasa ile devlet ve kilise birbirinden tümüyle ayrıldı. Bu 1800 ve 1801 yıllarında çıkarılan eğitim yasalarının getirdiği laiklikten bu yana cumhuriyet kurumunun perçinlenmesi açısından en önemli gelişme oluyordu. Aslında Fransız toplumunun, farklı siyasal sistemlerin yerleşmesinden başka çözüm’ tanımayan ve tekil reformlara rağbet etmeyen karşıt kanatları, İngiltere ya da Almanya’da olduğu gibi dinamik ve ileri bir ekonomik yapı üzerine oturmuyordu. Ama bir İngiltere kadar sanayileşmiş olmamasına karşın Fransa çok daha büyük toplumsal gerilimlere sahne olmaktaydı. Bunun nedeni de ülkenin 1789’daki ilk Cumhuriyet deneyinden başlayarak, siyasal rejim konusunda karşıt görüşlüler arasında çok derin bir biçimde bölünmüş olmasıydı. Fransız sanayi, sürekli bir gelişme göstermekle birlikte, Almanya ya da İngiltere’yle boy ölçüşecek düzeyde kesinlikle değildi.
Bu ülkelerle karşılaştırıldığında daha düşük bir nüfus artış oranı göstermesi, kömür ve demir gibi madenler bakımından daha az zengin olması önemli dezavantajlar sayılabilirdi. Bundan öte, gerek kentte gerekse kırda ağırlıkta olan esnaflığın ve aile işletmeciliğinin yaygınlığı, geleneksel girişimciliğin tekstil, giyim, mobilya, mücevher ve kozmetik gibi küçük ölçekli sanayilere yönelmesi Fransa’nın Avrupa’da ancak üçüncü büyük güç olabilmesine elvermişti. Ancak bu durum, Fransa’nın kendi yağıyla kavrulmaya razı olması anlamına gelmiyordu. XIX. yüzyılda sömürgeciliğin doruk noktasını yaşadığı sırada Fransa da bundan payını almıştı. Sömürgecilik zihniyeti yönetim katlarının buyurduğu bir ideoloji olmanın ötesinde toplumun bir kesiminde de benimsenmişti. İmparatorluk döneminin ardından kurulan “üçüncü Cumhuriyet” yöneticileri de bundan bağışık değillerdi. Sömürgeler edinmek üzere yabancı ülkelere saldırmak toplumda saldırgan bir milliyetçilik ideolojisinin hızla yayılmasına yol açmıştı.
Fransa’nın Almanya karşısında uğramış olduğu üst üste yenilgiler (1870-1871) ve Alsace Lorraine bölgelerinin yitirilmiş olması da sömürgeciliğin yanı sıra öc alma duygusunu da getirmişti ki bütün bunlar ancak milliyetçiliği hep daha şiddetli, daha saldırgan, daha militarist olmak doğrultusunda körüklüyordu. Bu ortamda yabancı düşmanlığı kolayca yeşerdi. Fransız toplumunda ise “yabancı” olarak görülebilecek başlıca unsur dinlerinin, göreneklerinin farklılığından ötürü Yahudilerdi. Üstelik Yahudilerin çoğunluğu büyük servet sahibi, son derece zengin kimselerdi ve ticaret, tefecilik gibi yollardan para kazanmaktaydılar. Bütün bu nedenlerle “Yahudi düşmanlığı” toplumun önemli bir kesiminde hızla ve kolayca yayılmıştı. Dreyfus’ün o kadar gözü kapalıca suçlanabilmesinde ve geniş bir kesimin ön yargılı olarak bir anda Dreyfus’ün suçluluğuna inanmasında toplumdaki bu yaygın inanışın belirleyici bir rolü olduğu açıktır.