Büyük devletlerin Çin’deki egemenliği XIX. yüzyıl bitmek üzereyken artık kesinleşmiş, kırk yıl öncesinin köylü isyanlarından geriye birkaç küçük gizli örgüt kalmıştı. Huzur sağlanmış, düzen kurulmuştu. Çin’in önemli merkezleri İngilizlerin, Fransızların, Almanların, Amerikalıların elindeydi. Bu ortamda, hiç beklenmedik bir sırada, bir Alman misyonerlik binası saldırıya uğradı ve iki Alman din görevlisi bıçaklanarak öldürüldü. 1897 sonbaharında olan bu olay adi bir cinayet değil, siyasal bir eylemdi ve yeni bir başkaldırının ilk işaretiydi. Eylemi yapanlar “Büyük Bıçak” adında gizli örgütün bir koluydular. Eylemlerin arkası kesilmedi. Kendilerine Çincede “Adaletin Yumruklan” anlamına gelen bir ad vermiş oldukları ‘için İngilizlerin kısaca “Boxer”ler (Boksörler.) dediği bu grubun eylemleri giderek bir toplu isyan halini aldı. Batılıların tepkisi de gecikmedi.
14 Kasımda Almanlar Kiaçu ve Singtao Körfezlerini işgal ettiler. Bunu Rusların Port Arthur’u zorla kendilerine kiralatmaları izledi. Ardından İngilizler Veyhavey limanının denetimini aldılar ve bütün Yangse ırmağı havzasını işgal. ettiler. Nihayet Fransızlar Kuang-Çuvan Körfezinin kendilerine kiralanmasını ve Çin-Vietnam sınırından Yunanfu’ya uzanacak bir demir yolu yapımı hakkını elde ettiler. Yabancı sermaye girişi görülmemiş ölçüde hızlandı. “Yabancı düşmanı” bir isyanın patlak vermiş olduğu koşullarda yabancıların böylesi yeni haklar, ayrıcalıklar sağlamış olmaları garip gelebilir. Oysa Batılılar tam da bu isyanı Çin yönetimine karşı bir şantaj aracı olarak kullanmasını bilmişlerdi. Zira isyan aslında yabancılara karşı olduğu kadar onlarla işbirliği yapan Mançu yönetimine, Saray’a da karşıydı. Kaldı ki daha önce çıkmış köylü ayaklanmalarını Saray ancak Batılıların askeri desteğiyle bastırabilmişti. Gerçekte Saray yabancılarla işbirliği yapmakla gönüllü değildi.
Çin yöneticileri uzun süre Batılılara direnmişler ancak zor altında birtakım ayrıcalıklar, haklar tanımaya boyun eğmişlerdi. Fakat köylü isyanlarının kendi saltanatlarını da tehdit eder bir nitelik taşıması üzerine, Batılılarla işbirliği yapmaktan da kaçınmamışlardı. Ama bu kez Saray’ın tavrı daha bir değişik oldu. İsyanın özellikle kırsal kesimlerde hızla taraftar bulup gittikçe yayılması Batılıların egemenliğini sarsacak bir düzeye ulaşmıştı. Bunun üzerine Saray, bu kez Boxer’leri önce ef altından, sonra açıkça desteklemeye başladı. O kadar ki 1900 Nisanında İmparatoriçe, yayınladığı bir bildiriyle Boxer’leri desteklediğini resmen duyurdu. Bu gelişme Batılılar için yeni bir durumdu. Boxer’ler ile Saray’ın işbirliği Batılıların Çin’deki çıkarları açısından son derece tehlikeli sonuçlara yol açabilirdi. Bu ise Batılıların kesinlikle kabul edemeyeceği bir şeydi. Zira Çin’deki varlıklarına çok önem veriyorlardı ve Çin’i bırakıp gitmek Söyle dursun daha fazla yerleşmek niyetindeydiler.
1800’lere gelinceye kadar Çin ile Avrupa ülkeleri arasında sözü edilmeye değer bir ekonomik ya da siyasal ilişki kurulmamıştı. Fakat bu yıllarda özellikle İngiltere, Fransa gibi ülkeler mallarına yeni pazarlar bulmak ve ham maddeler sağlamak üzere sömürgeciliğe başlayınca, dünyanın başka bölgelerine olduğu gibi Uzakdoğu’ya da uzandılar ve öncelikle ticari ilişki kurmak istediler. Çin’e tüccarlarla birlikte misyonerler de geldi. Misyonerlerin görevi Batı uygarlığının ideolojik değerlerini, en başta da Hristiyanlığı yaymaktı. Bunun başarıyla gerçekleşmesi durumunda Batılılar ekonomik ve siyasal egemenliklerini çok ‘daha kolayca kurabileceklerdi. Batılı iş adamlarının ve misyonerlerin Çin’de gittikçe artmaları üzerine Çin hükümeti yabancıların faaliyetini kısıtlayan birtakım yeni önlemler aldı. Çinlilerin, kendi deyişleriyle, “kapalı kapı” siyaseti izlemeleri üzerine İngilizler ve Fransızlar ticaret gemilerini donanmalarının eşliğinde göndermişler ve Çin limanlarını topa tutarak zorla kendilerine açtırmışlardı. 1840’larda başlayan bu zorbalık giderek artmış, Katolik ve Protestan kiliseleri kurulmuş Hristiyanlık yayılmaya başlamıştı. Bu arada Batıya özgü değerler, davranışlar, fikirler de, başta Batılılarla doğrudan ticari ilişki içinde olan ve onlara aracılık eden bir Çinli zümreden başlayarak bazı aydınlara dek yayılır olmuştu.
Çin imparatorluğu yüzyılların verdiği bütün görkemli görünüşüne karşın aslında içinden çürümüştü. Merkezi feodal bir düzene sahip Çin’de iktidar Mançu Hanedanının ve “mandarin” adı verilen bürokratların elindeydi. Hanedan ise Çinli bile değildi. 1644 yılında Mançuların Çin’i istilası ve Çinli hanedanı devirmeleri üzerine kurulmuştu. Gerçi zamanla bu yabancı hanedan Çin dilini ve kültürünü benimsemişti fakat Mançu törelerini de sürdürmüştü. O kadar ki Çinliler ile Mançuları birbirinden ayırt etmek için ve Çinlilerin ast durumunda olduğunu vurgulamak üzere Mançu olmayanların saçlarını arkadan tek sıra örmeleri zorunlu tutulmuştu. Çin’de Batılılar gelmeden önce de köylü isyanları olurdu. Fakat Batılıların gelişinden sonra bu isyanlar artmış ve yabancı düşmanı bir niteliğe bürünerek hızla, kolayca yayılmıştı. Ne var ki bu isyanlar birer köylü hareketi olmanın zaaflarını taşıyorlardı. Sağlam bir örgütlenmeleri olmadığı gibi yol. gösterici, tutarlı, çağdaş bir düşünceden de yoksundular. Körü körüne bir Batılı düşmanlığı güdülüyordu. isyancılar derin bir mistisizm taşıyan, soyut bir adalet kavramına dayalı fikirler savunuyorlardı.
Saray’ın ve Batılıların güçbirliği karşısında yenilmekten kurtulamadılar. Boxer’lerin isyanı ise, ilk ağızda, kazandığı parlak başarılardan ve zamanla Saray’ın da desteğini sağlamış olmasından ötürü Batılılara karşı bir zaferle sonuçlanacak gibi gözükmüştü. Ancak Boxer’lerin savundukları fikirler de, yaklaşık yarım yüzyıl önceki isyancılarınkinden daha ileri, daha gerçekçi değildi. Yine mistik birtakım sloganlar ortaya atıyorlar, Çin’in Batılılardan önceki günlerine dönmesini, “Tanrısal adalet”e dayalı bir düzen kurulmasını istiyorlardı. Aslında somutlaşmış bir programları da yoktu. Fakat Çinlilerde Batılı düşmanlığı o derece yayılmıştı ve hele imparatoriçe’nin de Boxer’leri desteklediğinin duyulması üzerine isyana aktif olarak katılanlar öylesine artmıştı ki Çin’deki Batılı güçlerin üstesinden gelebildiler.
Gelişmelerin bu noktaya varması üzerine, Batılı güçler bir araya gelerek karma bir donanma ve piyade kuvveti’ oluşturdular. Bunun yanı sıra Pekin’deki diplomatlarını ve başka görevlilerini korumak üzere çeşitli önlemlere başvurdular. Batılıların müdahale kuvveti Çin topraklarına ulaştığı sırada Boxer’ler de Pekin’e girmeyi başarmışlardı. İsyanın doruk noktasında 20 Haziran 1900’de Alman elçisi öldürüldü. Batılılar sığınmış oldukları bir mahallede 45 gün boyunca Boxer’lerin kuşatması altında, dış dünyayla ilişkileri kesilmiş bir halde kaldılar. Yine de Boxer’lerin hücumlarına direnmeyi başardılar. Sonunda Alman Mareşal von Waiderseeinn komutasında bir uluslararası sefer kuvveti Tiensin ve Pekin’i işgal ederek Batılılar kurtardı. Boxer’lerin isyanı korkunç bir cankırımıyla bastırıldı. Yalnızca elebaşları değil, isyana katıldığından şüphelenilen genç, yaşlı, kadın, erkek herkes hunharca öldürüldü. Saray ise, isyanı desteklemiş olmasını bağışlatmak üzere, Batılılara yeni ödünler verdi. Bütün yabancı düşmanı örgütlerin kapatılmasını, silah taşınmasının yasaklanmasını ve Batılılara savaş tazminatı ödenmesini kabul etti. Mançu hanedanı böylece saltanatını kurtarmış oldu ama Çin halkı üzerindeki son kalan prestijini de yitirdi.